İran İslam Cumhuriyeti, dünyada en çok merak ettiğim ülkeler listesinde 1 numarada yer alıyordu. Buraya gidip Tebriz gezisi yapacak, İsfahan’ı gezecek ve Şiraz’ı keşfedecektim. Bunun nedenini öğrenmek için birkaç yıl geriye flashback yapayım.
2 yıl önce Britanya’nın güzide vilayeti Manchester’da Erasmus öğrencisiydim. Orada bulunan tek Ortadoğulu Erasmus öğrencisi ben olduğum için açılan Farsça dersini sadece ben almıştım(iyi ki de almışım). 30 yaşında Tahranlı bir hocam vardı. Adı Siavash. Şehname’de geçen bir kahramandan almış ismini. Tek öğrencisi ben olduğum için ve kendisi de genç olduğu için çok kısa sürede kaynaştık. Ders çıkışı bira içmeye gider, 1979 öncesi ve sonrası İran’ın siyasi durumunu, batı ambargosunu falan konuşurduk. Ben de ona hızla muhafazakarlaşan Türkiye’den serzenişlerde bulunurdum. Kendisi gerçekten mükemmel bir dost ve gördüğüm en iyi hocaydı. 1 sene boyunca ondan Farsça dersi aldım. Her ne kadar yeni bir dil öğrenme özürlü olsam da gayet güzel bir ilerleme kaydetmiş, “Şah’ım izindeyiz”, “İran laiktir laik kalacak” ve “Eyy Ruhani!! Bu Tahran Meydanı’ndan tankları yürütüp size de 28 Şubat’ı yaşattıracağız” diyebilecek kadar Farsça öğrenmiştim. E haliyle İran kültürüne karşı da ilgim her geçen gün artmıştı. Perslerden başlayıp Pehlevilere kadar adım gibi bilirdim İran tarihini(Evet Şah Rıza Pehlevi’nin askerleriyiz). 1979 Devrimi sonrası ise biraz karanlıktı beynimde. Tek eksik kalan kısım şeriatla yönetilen İran’ı dünya gözüyle görmekti. Onu da yapacaktım ve o gün geldi çattı. Ortadoğu seyahatlarimi gerçekleştirdiğim yoldaşım Tunç Ilgın ile 3 Mayıs için Van’a bilet aldık. Oradan da kara yolu ile Tebriz’e geçecektik. Bize daha sonra, Türkiye ve komşu ülkelere yaptığım seyahatlerdeki yoldaşım Eyüp de dahil oldu.
3 Mayıs sabahı Tunç ile Van’a vardık. Eyüp ise Urfa, Silvan, Diyarbakır ve Bitlis üzerinden(Ölüm grubu) Van’a gelmişti. Hemen dolmuşa atlayıp Khoy adı verilen İran şehrine doğru yola çıktık. Gerçekten çok ilginç bir dolmuştu. Şoförümüzün adı Rüstem’di. İçeridekilerin çoğu da İranlıydı. Rüstem abi biraz pinti olacak ki İran’a girmeden önce arabayı kenara çekti ve arabanın içindeki benzini boruyla çekmeye başladı. “Ziyan olmasın bu benzin şimdi gençler, İran’dan daha ucuza alacağız” dedi bize. Biz de benzin kokan ağzının verdiği etkiyle bir şey diyemedik. Rüstem abi benzin işini halleder halletmez bir sigara yaktı. Bunu görür görmez torpidonun üzerinde duran çakmağı alıp Rüstem abiye verdim ve “al abi, sigarayla olmaz o iş, çak şu çakmağı bu şekilde daha kolay havaya uçarız” dedim.
Rüstem abi sigarasını içerken yolculardan biri nereden bulduysa dolmuştaki herkese çay getirdi. Çaydan bir yudum alan bir abla birden hayvan gibi Tunç’un yüzüne geğirdi. Zaten gayet mülayim biri olan Tunç’un o anki yüzünü görmeliydiniz. Adam kısa çaplı bir şok yaşadı. Ben ise nereden düştüm ulan bu dolmuşa diye düşünerek kafamı Candan Erçetin kliplerindeki gibi cama yaslamıştım bile. Tam içimden “Gamsız Hayat” isimli şarkıyı söylemeye başlamıştım ki eğlenebileceğim bir şeyler çıktı. Dolmuş şoförü Rüstem abi bizim Eyüp’ü kitlemiş, kafasını ütülüyordu. Bizim bu Eyüp’ün insanlarla tuhaf tuhaf muhabbete girme ve çabuk samimiyet kurma gibi bir huyu vardır. Mersin’den Urfa’ya giderken, yanına oturan Osmaniyeli bir seyis ile tüm yol boyunca, seyislik ve atlar üzerine konuşmuştu mesela. Rüstem abi ile de üniversitede yüksek lisans ve doktora eğitimi üzerine konuşuyordu. Rüstem abi doktora yapan birinin ameliyatlara giren doktor olabileceğini savunuyor Eyüp ise o doktorun bu doktor olmadığını izaha çalışıyordu. Gerçekten muazzam bir muhabbetti. Muhabbet uzadıkça keyfim yerine geliyor, Eyüp’ü bu denli kitlemelerinden tuhaf bir haz alıyordum.
Sınırdan çok rahat bir şekilde geçtikten sonra nihayet Khoy adlı şehre ulaştık. Oradan Tebriz’e geçip Couchsurfing üzerinden bulduğum Rahman adlı çocukla buluşmamız gerekiyordu. Taksiye atladık ve Tebriz’e doğru yol aldık. Yaklaşık 200 kilometrelik yola kişi başı sadece 16.000 Tümen (15 lira) verdik.(İran’da bir litrelik benzin ile 1 litrelik su aynı fiyat). Zorlu bir iletişim probleminden sonra Rahman’ın kamp ve spor malzemeleri satan dükkanına ulaştık. Rahman’ın kamp malzemesi sattığını gören Eyüp sevindi ve hemen muhabbete başladı. Eyüp tehlikenin farkında değildi ama ben sinsi sinsi gülüp Rahman’ın ne zaman Eyüp’ü kitleyeceğini sabırsızlıkla beklemeye başladım. Aradan yalnızca 7-8 dakika geçti ki Rahman Eyüp’ü cidden kitledi. Bu malzemelerin Türkiye’de kaç para olduğundan, İran’a nasıl getiririm gibisinden her türlü soruyu sordu. Eyüp de başından savmak yerine ciddi ciddi cevaplar vermeye başladı. Hala tehlikenin farkında değildi…
Daha sonra Rahman dükkanı kapattı ve evine doğru yol aldık. Eve adım atar atmaz içeriden ayak, lahmacun ve soğan kokusu geldi. Evet gerçekten Ortadoğu’daydık. Ayak, lahmacun ve soğan kokusunun karışımı Ortadoğu’nun parfümü gibi bir şeydi. Şu an her şey daha netti. Ev, hayatımda gördüğüm en pis evlerden biriydi. Temizlik hastası olan Tunç çıldırmak üzereydi. Etrafına bakıyor temiz bez arıyordu. Bir yerleri silmesi lazımdı kendine gelmesi için. Ama bırakın bezi, evde temiz bir şey bulmak mümkün değildi. Ve ben evde en son 6 erkek saydım(biz hariç). Evde küçük çaplı bir erkekler hamamı ambiyansı ya da yeniçeri askerlerinin yıllık toplantısı var gibiydi adeta. Neyse ki evdeki herkes birbirinden iyi çocuklardı. Bizi çok iyi karşıladılar. Tebriz, Azeri bölgesi olduğu için iletişimde de fazla bir sıkıntı yaşamadık gayet güzel anlaştık. Hatta Eyüp ile Rahman o kadar iyi anlaştılar ki anlatamam. Rahman Eyüp’ün sırt çantasından uyku tulumuna kadar her şeyi inceledi ve bu markaları nasıl İran’a getirebilirim diye sabaha kadar Eyüp’ü kitledi. Eyüp’ü kitleyince biz de uyuyamadık haliyle, dolaylı yoldan bizi de kitlemiş oldu herif.
Ertesi sabah erkenden yiğit kızılbaşların kadim diyarı Tebriz’i gezmeye koyulduk. Şehrin dokusu benim hoşuma gitmişti. Zaten Safevilere ve Şah İsmail’e olan özel ilgimden dolayı kendimi daha da bir kaptırdım. Bir ara çok güzel bir caminin avlusuna girdik ama gördüklerim gözlerimi yaşartmaya yetti. Adamlar cami avlusuna atm koymuş ya. Ulan kapitalizm senin Allah’ın evinde ne işin var? Bu küçük üzüntüden sonra şehri biraz daha tanımaya biraz daha gezmeye devam ettik. Akşama kadar dolaştıktan sonra İsfahan’a doğru yola koyulduk.
Diğer bölümde “Dünyanın Yarısı” unvanlı İsfahan şehrinden, bizi ağırlayan 2 kardeş ve aşırı abaza babalarından ve Ayetullah unvanı almamdan bahsedeceğim. Şimdilik hoşçakalın. Dİğer İran yazılarımı da buraya ve buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.