Hikaye klasiktir ama hala geçerlidir: Biri İstanbul’daki yaşamından, kalabalıktan, kokuşmuşluktan sıkılır ve kendini başka bir diyara atar. Benim için de bu hikaye geçerlidir ve kendi limitlerimi, dayanıklılığımı görmek için kendimi başka bir kıtaya attım. Kendime 1 yıllık bir hedef koydum ve 1 yılda gidebildiğim kadar ülkeye gidecektim. Bunu yaparken de günde sadece 30-40 lira harcayacaktım. Rio de Janeiro Gezi Notları yazısı ayrıntılı olarak şimdi başlıyor.
Rio de janeiro’yu ilk durak olarak seçtim. 14 Haziran sabahı Rio’ya vardım. Ancak, gerek aktarmayla birlikte 20 saati bulan uçuş, gerekse önceki gece çok iyi uyuyamamamdan dolayı bir hayli yorgun olarak vardim Rio’ya. Yerel saatle sabaha karşı 4’te varmam da iyice çile olmuştu bana. Çünkü havanın aydınlanmasını beklemem gerekiyordu. Talihsizlikler bununla da yetmedi, bir de üstüne couchsurfing üzerinden bulduğum Rafael isimli çocuk eve akşam 6’da geleceğini 6’ya kadar onu beklemem gerektigini söyledi. Bu, o kadar uykusuzlukla birlikte daha 14 saat boyunca 15 kiloluk çantamla dolaşmam anlamına geliyordu. Yapacak bir şey yok deyip hava aydınlanır aydınlanmaz otobüse binip Ipanema Plajı’nın orayı gezmeye gittim.
Copacabana, Ipanema, Leblon. Bu üç plaj da yan yana konumlanmış ve uzun sürse de yürüyerek hepsini gezebiliyorsunuz (Ipanema, Copacabana’dan daha guzel. Copacabana sadece bir pazarlama ürünü bence).
Kış mevsimi olmasına rağmen hava oldukça sıcak ve güneşliydi. Hal böyle olunca birçok kişi denize giriyor, spor yapıyordu. Ben de biraz Brezilyalı kadın kalçası keserek vakit öldürdüm. Kızlar! Brezilyalı erkekler de dalyan gibi. Kıskanmadım desem yalan olur. Tek kusurlari denize slip mayo ile girmeleri:) Hayatimda bu kadar cok spor yapan bir millet de gormedim. Gunun her saati herkes bir sporla ugrasiyor. Ben de herkesi gozlemledim iste boyle.
Ne yaptım ettim saati akşam 6 ettim ve Rafael’in evinin önünde onu beklemeye başladım. Çok geçmeden geldi zaten. İyi bir çocuk ama biraz ukala. Bir açığınızı gördüğü anda hemen eziveriyor. Couchsurfing’te bana güzel bir referans verdiği için çok da dedikodusunu yapmayayım hadi.
O gece bayağı bir yorgun olduğum için uyumam gerektiğini söyledim ve izin istedim. Ertesi sabah dünyada en merak ettiğim yerlerden biri olan “Kurtarıcı İsa” heykeline gidecektim çünkü. İyi dinlenmem lazımdi. Ertesi gün olunca Kurtarici İsa Heykeli’ne nasil gidilir nereden, gidilir diye araştırmaya koyuldum. Tren veya minibüsler ile gidilebiliyormuş ancak fiyatları benim bütçemin çok yukarısındaydı. Bir de giriste yaklaşık 24 lira verecektim. Biraz soluklanıp düşünmeye ve araştırmaya başladım. Sonra “Parque Lage” adlı bir botanik bahçesinden yürüyerek gidilebileceğini öğrendim. Az çok İsa heykelinin nasil bir tepede olduğunu biliyorsunuzdur. Corcovado adli bir dagin zirvesinde. Oldukça zor bir parkur olduğunu düşündüm. Hava da oldukça sıcaktı zaten. Ama yine de ben trene falan para vermem diyerek yürümeyi tercih ettim. Ayrıca daha 2 ay önce Likya Yolu’nu yürümüş adamim ben, Corcovado Dağı mi beni yoracak diyerek kendimi gazladım. 10 dakika sonra bir kayanın dibine çökmüş 12 havari ve arti 1 adet peygamber olmak uzere 13 kisiye bizzat isimleriyle sovuyordum arkadaslar. Hatta hizimi alanayip Leonardo da Vinci’ye de sovmustum. Acayip dik bir yol. Hatta bazı yerlerde zincirlere tutunarak tırmanmamız gerekiyor. Bu, benim limitlerimi keşfetmem açısından iyi bir yolculuk oldu. Yılmadım ve yaklaşık 1.5 saat sürekli tırmandım. Sonuç: evet İsa Heykeli’ndeydim. Hatta bu tırmanış yolu baya hareketliydi. Sürekli birilerini gördüm. Hatta bir ara bir çifte denk geldim ve aksanlarından dolayı İngiltere’nin “neresindensiniz diye sordum. Bir de Manchester cevabi vermezler mi? “Oha ben orda Erasmus yaptım, Fallowfield’ta oturuyordum” dedim. “Aa biz de orada oturuyoruz” diye cevap verdiler. Ayaküstü 5 dakika sohbet ettik ve ayrıldık. Ancak bana moral vermişti, dünya hakikaten kücükmüş.
Neyse, ben bilet almak için kapıya geldığimde bir de ne göreyim: biletler yaz aylarinda 24; kış aylarında 12 lira. Sevinçten resmen çıldırdım, ellerimi havaya kaldırıp “oo fucking Jesus Christ” diye haykirdim.. Aldım biletimi, çıktım merdivenlerden. Manzarayı anlatmak için gerekli kelimeler maalesef ki dağarcığımda mevcut değil. Bir tarafta Maracana Stadyumu, bir tarafta Copacabana Plaji, diğer yanda Sugarloaf ve daha nicesi. İsa ile ramazan ve oruç üzerine azıcık sohbet ettik. Ardından havari Judas’ın tam bir orospu çocuğu olduğunu söyledi(Ibranice soyledi). Başımla onayladım sadece(evet gercekten yasandi bu hikaye).
Sonra anın tadını çıkarmaya başladım. Durdum ve sadece manzaraya baktım. Daha sonra aşağıda bulunan kafeye geçtim. Biraz dinlenmem gerekiyordu. Aldım bir tane bira İsa’ya baka baka içtim. Bunun verdiği keyif anlatilamaz gerçekten. Normalde sigara içen biri değilim ama bu manzaraya karşı sigara içmemek de olmazdı. Heykel de İsa heykeli olduğu için sıkıntı yoktu. Tayyip Erdoğan heykeli olsa içemezdim tabi ki. Heykel canlanıp paketi gömlek cebimden alırdı.
Bira ve sigara eşliğinde manzaranın keyfini sürdükten sonra tekrar yola koyulma vakti gelmişti. Tekrar ayni yoldan devam ettim. Yolda bir sürü hayvan görüyorsunuz ve size tuhaf bir şekilde moral veriyorlar. En çok dikkatimi çeken maymunlar olmuştu. Tam maymun da denemez ya.
Sonunda yol bitmişti ama ben de bitmiştim. Kendimi zar zor eve atabildim. Bir de eve dönerken biraz kayboldum hiç yoktan yolu uzattım.
Eve geldiğimde İngiliz bir çocuğun da couchsurfing ile Rafael’e misafir olduğunu gördüm. Nottinghamlı bir Anglosakson. Adı Tom Foster ama 2 yıldır dünyayı gezen bir maceracı olduğu için ben ona Mark Twain’in ölümsüz eserine de gönderme yaparak “Tom Sawyer” diyorum. Bu güzel aksanlı çocukla hemen kaynaştık çok sevdim kendisini. 2 yıllık gezisinin son durağı Rio imiş. “Artik memlekete dönme vakti geldi” dedi.
Ertesi gün Tom ile gezmeye çıktık. Heralde gitmediğimiz yer kalmadi. Şehir merkezinde bulunan eğlence mekanı Lapa’ya gittik önce. Çok güzel merdivenleri olan bir sokak var. Mutlaka gidilesi. Sonrasinda ise Sugarloaf’a çıkalım dedik. Oraya teleferik ile çıkılıyor, bildiğiniz dağ. Fiyatlara baktik 76 lira. İkimiz de oldu teşekkürler diyip ayrıldık. Tom var misin buraya tırmanalim dedim. ‘It is a great idea’ diye cevap verdi o mükemmel aksanıyla. Bu yol yaklaşık yarim saat sürüyordu ama ben hayatımda bu kadar dik bir parkur görmedim. Ciğerimi yolda bıraktım çikarken. Ama manzara tabi ki efsane. Değer mi? Yüzde yüz değer. Ayaklarimiz titreye titreye yolu inmeye koyulduk bu sefer. Tom, Isa Heykeli’ne gidecegini soyledi ve yollarimiz orada ayrildi. Ben de acaba biraz favela mi gezsem diye dusundum. Favelalara tur duzenleyen sirketler var. Ancak bu bana mide bulandirici geliyor. Safari yapar gibi insanlarin fakirliklerini izlemek… Dusuncesi bile cirkin. Tek basima gezmek ise tehlikeli olabilirdi. Aslinda merak ettigim sadece bir Favela vardi. O da Michael Jackson’in “They Don’t Care About Us” adli klibi cektigi favelaydi. Orasi biraz daha turist canlisiymis diye duymustum. Sonra Turkiye’nin heryeri Favela ya zaten diyip gezmekten de vazgectim ve eve dondum.
Aslinda Rio’da daha birkac sey daha yaptim ama gereksiz uzatmak istemiyorum yaziyi. Kisacasi surekli dag bayir yurudum Rio’da. Guzel ve yorucu bir 4 gun gecirdim. He bir de en basta ben de tedirgindim Rio guvenli mi diye ama gercekten guvenli. En ufak bir sorunla bile karsilasmadim. Her 30 metrede bir polis var zaten. Turist gibi gezmediginiz surece bi sikinti da olacagini sanmiyorum. Bu arada cekik gozlu de olsaniz, sarisin da olsaniz, zenci de olsaniz Brezilyali saniliyorsunuz. Cunku dunyanin en kozmopolit ülkesi bence.
Bu yazının daha ciddilisini okumak isterseniz buraya tıklayabilirsiniz.
Bu yazida 2 hafta gecirdigim muhtesem ada Ilha Grande’den bahsetmek istemistim ama onu ayri bir yazida anlatmanin daha guzel olacagini dusunuyorum. Simdilik hoscakalin.