İlk planda, Ankara’dan Kars’a yaptığımız yolculuk Iğdır’a oradan Nahçıvan’a kadar sürmüştü. Artık yavaş yavaş eve dönüş vakti geliyordu. Ama daha biraz daha yolumuz vardı. Diğer rotamızı İran olarak belirledik. Ama biz 3 süper zeka, İran’ın biraz içine kapanık bir ülke olduğunu ve uluslararası bankacılığa kapalı olduğunu unutmuştuk. Bu bankadaki paramızı orada çekemeyeceğimiz, kredi kartlarımızı kullanamayacağımız anlamına geliyordu. Biz de o zaman hiç İran’a girmeyelim, başka bir plan yapalım dedik (Ama İran içimde kaldı. Herhalde dünyada en çok görmek istediğim ülke. Neyse ki İsrail seyahatini gerçekleştirdiğim tuhaf dostum Tunç Ilgın ile önümüzdeki ay bir İran planımız var). Sabahın köründe kalktık biz. Geceden rotamızı Gürcistan olarak belirlemiştik. Nahçıvan’dan Iğdır’a gidecek oradan Kars, Ardahan üzerinden Gürcistan’a geçecektik. Ancak Iğdır’a gelir gelmez yine rota değişti. Iğdır otogarından Gürcistan’a gitmek imkansızdı. Oradaki adam “siz buradan Erzurum’a gidin oradan Gürcistan’a otobüs var” dedi. Biz Iğdır otogardan atladık taksiye, Erzurum otobüsünü yakalamaya çalışıyoruz. Otobüs 5 dakika önce kalkmıştı otogardan. İleride bizi bekleyecekti ki o da ne? Yine Iğdır, yine polis çevirmesi (Ulan taksiyle giden adamı çevirmeyin bari). Ekipteki memurlar çantaları didik didik ettiler. Ben yolculuğa başlamadan önce yanıma 1 adet poşet papatya çayı, 1 adet yeşil çay ve bir adet de siyah çay almıştım. Paketlerin renkleri de sırasıyla sarı, yeşil ve mavi. Bunu gören polis bir anda şaşırdı. Ben neden şaşırdığını anladım tabi hemen. Çünkü çay paketleri bildiğin prezervatif paketi gibi duruyordu. Hemen atladım, “abi onlar prezervatif değil, çay” diye. “Zaten ben de prezervatif olduğunu düşünmedim delikanlı sende eşek sikecek tip yok” dedi. Bu espriye gülmeden 2 saniye önce Iğdır’da olduğumuzu ve bir hanım ile değil de genelde eşekle cinsel ilişkiye girildiğini anımsadım ve ardından güldüm. Tüm çanta kontrolleri bittikten sonra ekibin şefi olduğunu anladığım adam “sizi neden çevirdik biliyor musunuz?” dedi. Biz de “yok abi bilmiyoruz” dedik. “Burası uyuşturucunun Türkiye’ye giriş yeri” diye cevap verdi. Birden Eyüp’e, Anıl’a ve onların sersesi tipi çantalarına baktım. İkisi de “Midnight Express” filminden fırlamış gibilerdi. Ben olsam ben de çevirirdim abi, hadi sağlıcakla dedik yola devam ettik.
Otobüsü yakaladık ve Erzurum’a doğru yol aldık. Oradan da otobüse bindik. İşeme aramız bile olmadı. Ayrıca otobüs şoförü bize otobüsün Batum’a değil Hopa’ya kadar gideceğini söyledi. Iğdır’daki o abi tarafından kandırılmıştık. Ama spontane yaşamaya alıştığımız için orada yaparız bir plan dedik, yola devam ettik. Yolda bir ara uyumuşum zira sabahın 06.30undan beri yollardaydık. Bir ara uyanır gibi oldum ve gözümü açtım. Gözümü açmamla kapamam bir oldu. Sanki The Hateful Eight filminin setinde gibiydim. Her yer kar. Ama burada birkaç sorun vardı. İlk sorun karın başladığı yerin hemen dibinde bir de yüksek bir uçurum olmasıydı. İkinci sorun ise bu uçurumun kenarında 100 km ile giden bir şoföre sahip olmamızdı. En ufak bir hatada aşağı yuvarlanmamız işten bile değildi. Hemen cam kenarındaki koltuğumu Anıl ile değiştirdim. Bu tehlikeli coğrafya yaklaşık bir saat daha sürdü. Sonradan bu yolun Bayburt yolu olduğunu ve dünyadaki en tehlikeli yol seçilmiş olduğunu öğrendim(Bayburt için tek gurur duyulacak şey, asın bayrakları). Biz Allah’a emanet, gece saat 12’de Hopa’ya vardık. Eyüp, oradan taksiyle Sarp sınır kapısına gitmemizi, sınırı geçtikten sonra tekrar taksiye binerek bir gece önceden baktığımız otellerin birine gitmemizi önerdi. Anıl da ben de itiraz etmedik. Eyüp’ün sunduğu az sayıdaki mantıklı fikirlerden biriydi çünkü bu. GMT +4 zaman dilimi ile saat 3’te Batum’a vardık. Sınır kapısında sansar gibi bekleyen taksicilerden biri olan Yusuf abi hemen yakaladı bizi. Çok iyi Türkçe bilen Gürcü bir Müslüman Yusuf abi. 20 kilometrelik yolu 1 saatte giderek kafamızı ütüledi kendisi. Bize üniversiteden Batum’a grup göndermemizi ve onlara nereleri gezdireceğini anlatarak baydı (Bu kısmı kısa geçiyorum yoksa bitmez). Yusuf abi, bizi aradığımız otelin oraya getirdiğinde otel yerinde yoktu. Ya bizi yanlış yere getirmişti ya da otel cidden yoktu. Bunun üzerine gecenin saat 3’ü olduğunu da hesaba katarak “abi sen bizi bildiğin bi yere götür yapacak bir şey yok”dedik. Bizi çok da uzak olmayan bir otele götürdü ve geceliği 50 lariye(yaklaşık 60 lira) anlaştık. Bu fiyat oldukça düşük geldi bize. Otel görevlileri gayet iyiydi. Hatta parayı alırken Gürcü kadın Allah bereket versin dedi. Ulan noluyor demeye fırsat kalmadan buranın Rizeliler ve Trabzonlular tarafından işgal edildiğini hatırladık. Daha sonra odaya çıktık ve ışığı yaktık. Aman Tanrım bu ne? Odanın ışıkları kırmızı ve ortada bulunan top sürekli dönüyor ve renk değiştiriyor. İşte o an o otelin bir hmmm nasıl diyeyim “illegal cinsel aktivite oteli” olduğunu anladık. Fiyatın bu kadar ucuz olmasından aslında anlamalıydık. Işık bizi değişik duygulara sevk etti. İçimizde bir sevişme isteği uyandı. Neyse ki Anıl’ın pantolonunu indirmesi ve içine giydiği Kemal Sunal içliğini görmemizle cinsellikten soğumamız yalnızca 2.6 saniye sürdü(Buraya efsane bir fotoğraf koyardım da Anıl’dan izin çıkmadı). Biz de bu tiksintiyle hemen yattık uyduk.
Ertesi gün şehir turuna çıktık ama tam bir hayal kırıklığıydı. Birkaç güzel binadan başka bir şey yoktu. Klasik bir küçük ölçekli şehir izlenimi uyandırdı bizde. Bir gece daha Batum’da kaldıktan sonra artık eve dönme vaktimizin geldiğine kanaat getirdik. Planımız Sarp sınır kapısına kadar taksiyle gitmek oradan da Trabzon’a otostop yaparak Trabzon havalimanından İstanbul’a dönmekti. Sınıra geldik otostopa başladık. Eski arabalı, suratına bok atılmış gibi bir ifade takınan bir abi durdu. Rize’ye gittiğini söyledi. Biz de binelim bari Rize’de bir daha otostop yaparız dedik. Arabaya biner binmez bizim çocuklara kısık sesle “kim bok attı lan bu adamın suratına?” dedim. İkisi de atmadık cevabı verdi. Ama bu suratın başka bir açıklaması olamazdı. Abi yol boyunca bize tek kelime bile etmedi. Bari nereden geldiniz nereye gidiyorsunuz diye sor be adam. Hiç mi merak etmedin bu 3 sap ne yapıyor diye. Adam cidden hiç konuşmadı. Ben bi ara ortamı yumuşatmak için “ha babacum nerelusun?” dedim. Ama adam bu şive taklidime gülmedi ve sadece “Rizeliyim” diye cevap verdi. Bu şahane şive taklidimden 5 dakika sonra adam arabayı birden sağa kırdı ve hiç bir şey demeden torpidoyu açtı. “Şurada bir bıçak vardı dur bakayım, bir alayım” dedi bana. Dedim “abi ne bıçağı, senin ağzın neler söylüyor?” Bir anda hepimiz gerildik. Bu adam bizi burada kıtır kıtır kesecek duble sahil yolunun kenarından denize atacak diye düşündük. Neyse ki çıkardığı bıçak küçük mavi saplı bir meyve bıçağıydı. Gürcistan’dan aldığı benzini arabaya daha iyi boşaltmak için boş şişe kesecekti. Adam tek kelime de etmiyor ne yaptığını anlayana kadar öldük öldük dirildik. Sonra rahat bir nefes aldık. Sağ salim Rize’ye vardık. Arabadan iner inmez bir dünya başkentine geldiğimizi anladım. Yolun kenarında bir köprü vardı ve birkaç adam köprünün ayağına işiyordu. Yoldan gelen geçenler hiç umurlarında değildi. Yiğidin malı meydandadır atasözü bir şehir olsaydı bu Rize olurdu. Ve bu beyefendiler bu eylemi yaparken sıraya giriyorlardı. Gidip de bir başkasının yanına işemiyor, Önündeki beyefendinin işini bitirmesini saygıyla bekliyorlardı. Gerçekten medeniyetin nadide örneklerinden biriydi. Bu kısa hayranlık ve etkilenmeden sonra küçük bir şehir turu yaptık. Bu turumuz sırasında Rize’deki herkesin suratında “suratına bok atılmış” gibi bir ifade vardı. Bunu ciddi ciddi gözlemledik. Bunu siz de gözlemleyebilirsiniz. Sonuç gerçekten şaşırtıcı. Rize’de birkaç bardak çay içtikten sonra tıpkı bir barbar gibi mekanın tuvaletine gittik ve pisuvara işedik(ANARCHY in RİZE). Çay da çaydı ama. İçtikten sonra “ha bu adamlar tavşanı nerede kesiyorlar acaba” diye düşündük. Kısa bir gezinti daha yaptık.
Sonra, mübarek şehir Rize’den otostopa başladık. Konyalı bir baba oğul aldı bizi. İyi insanlardı. Yol boyunca ilahi dinledik, huzura erdik. Trabzon’da bize çay ısmarladılar ve vedalaşıp ayrıldık. Biz de uçağımızı beklemeye koyulduk. Eve geldiğimde Bahçelievler’deki sakin yaşamıma geri dönmüştüm. 9 günün yorgunluğu ile yatağıma kıvrıldım ve deliksiz bir uykuya daldım.
Son olarak, yiğidi öldürüp hakkını yememek lazım. Her ne kadar Anıl ve ben Eyüp’ten çok rahatsız olsak da o olmasa böyle bir işe kalkışamazdık. Helal sana koca yürekli çocuk Eyüp Supertramp.